4 Aralık 2012 Salı

pesler pesler

sabahın köründe yargıtayda duruşmam vardı. oradan da sincan'a.uyandığımda kar yağıyordu. duruşmaya giyerim dediğim elbisem istanbulda kalmıştı. bu havada topuklularla çıkmak mümkün değildi. sincana giderken teker patladı. dakikalar kala duruşmaya yetiştim. tıngır mıngır döndüm. hava çok iğrençti. şemsiyem ters döndü. saçlarımı düzleştirmeyerek doğru bir şey yapmıştım. şimdi akşam okul var. yapacaklarım var. yapamadıklarım var. ufak bir mola istiyorum. yeni yıl öncesi bir avrupa şehrinin süsünde püsünde kaybolmak, kapkalın giyinmek ve açık havada kahve içmek istiyorum. kahve sevmem de kokusunu severim.hatta yeni yıla da uzakta bir yerde merhaba desem. neden olmasın? olsun bence.biraz sakinlesin. biraz biraz biraz.yavaş yavaş.

22 Kasım 2012 Perşembe

dostlar alışverişte görsün.


Giyim bir ihtiyaç mı? Yoksa zevk mi? Benim hobilerimden biri alışveriş idi. Ama artık herkese övüne övüne söylüyorum, “ben alışveriş orucundan sonra duruldum, eskisi gibi alışveriş yapmıyorum”.Bu bazen doğru bazen yanlış.

  Ama eskisi gibi “ay ne kadar ucuzzz” diyerek hemen alacağım iki üç babeti sakince yerlerine bırakıp, daha çok ihtiyacım olan çizme fiyatının ¾ üne denk gelecek bir harcamadan kurtuluyorum.

Ya da sanki bir şarkıcı sanki bir celebrity edasıyla her daim göz süzdüğüm çeşitli gece kıyafetlerini artık denemiyorum. Bu alışkanlığım yıllarca düğünlere giderken kurtarıcım olmuş olsa da gerek yok.

Bir diğer taktiğim “düşünüyorum” Evet söylemesi ne kadar basit ama uygulaması benim için bir o kadar zor olan eylem. Eskiden alışveriş: “aa ne güzelmiş” iken şimdilerde; “buna ihtiyacım var mı” “bunu neyle giyerim” lere dönüştü sayılır.

Bir de ucuz şeylerle dolabımı doldurmak yerine, belki biraz daha pahalı, ama daha dayanıklı şeyler alıyorum. En azından tek sezon giymiyorum. Aldığım kıyafetin nerede üretildiğine bakıyorum.Tabii arada bir kanıyorum.  

Bir kıyafeti farklı gün ve birden fazla sefer giyerek aslında onu almama gerek olup olmadığını da test ettiğim doğrudur. Cidden işe yarama hatta bir hevesini alma, yok aslında orası da pek güzel değil durumu yarattığı oluyor.

Son zamanlarda her yeri simler, pullar bastı ki bu da “merve modası” dediğim süsün püsün içine rahatça girebilme özgürlüğü demek.

Peki bu gariban alışveriş mağduru son zamanlarda neler aldı? Tasarım parçalar değil ama işte güçte beni kurtaracak bir kaç sey:
herry den bir elbise.
elbise benim kurtarıcım. ben sırt tarafını öne gelecek şekilde de giydim. güzel oldu. i love fiyonk çünkü.

massimodan ceketimsi bir hırka.
sıcacık.

 yargıcıdan pullu etek.
her eve lazım.
benimki gümüş rengi.


 ve yine massimo duttiden simli kazak elbise.
bunu alalı aslında epeyce oldu ama siyah opak çoraplarla da giydiğim doğrudur.


19 Kasım 2012 Pazartesi

bir sen bir ben beş bebek

çook yakın , her daim görüştüğüm 6 kız arkadaşım var benim. Bunlardan biri benim gibi  bekar ve çocuksuz, ikisi hamile, 3-7 aydır da üç tanesi çocuklu. yani toplamda bir kız iki erkek üç bebek var meydanda. iki hamilenin bebekleri de yolda. şu son bir yıl içerisinde çok şey öğrendim. çocukların altını değiştirmeden tut da, banyo yapmasına, bir günlük bir bebeği veeeeeer bana diyen annesinden tırsıp kucaklama ve türlü çocuk şarkılarıyla ilgili hafızamı zorlayıp, çığırtkanlık yapmaya kadar değişik tecrübelerim oldu. bu arada gazlı bebekler, uyuyan bebekler, dişi çıkan bebekler, farklı tonlarda ağlayan bebekler tanıdım, öyle ki annesi bile aa ege ağlıyor derken, o ege değil tuna diyebilecek kıvama geldim.

iki kere iki dört, ben çocuklarla iyi anlaşırım, onları severim. ama yolda milletin güzel bebeğini görünce önünü kesip sevecek kadar fanatik de değilim. lakin işin diğer yanı ben çocuklardan da bir o kadar korkarım. birden kırılıvereceklerinden, boğazına bir şey kaçmasından, uzaylılar gibi ilk adım atışlarından, tuhaf bakışlarından, ağlayıp katılmalarından, onları tutmaktan, düşürmekten, üzmekten korkarım.

hayat çok değişik. 13 yaşında evde bana fizik çalıştıran neyirle şimdi oturup, saçma sapan şeyler yaparken bir de zeynep var. kafama demir kalem kutu fırlatıp, kaşlarına kelebek tokalar takan çılgın candan, şu an harika bir anne. habersiz bize geldiğinde mutlaka evde nohut yemeğiyle karşılaşan ve bizi sadece nohut yiyor zanneden didem de artık egenin annesi.

bunları kavramak biraz güç. ama arkadaşlarım anne olunca başka insanlar olmadı. panik/sahiplenici/titiz/korkak değiller. beni kasmıyorlar. etrafı da. ama anne olmak zor. ben çocukları sadece seviyorum, şarkı söylüyorum.bazen  dans ediyorum.  onların yaptıkları işlerde sadece yanlarında bulunduğum bir tam günde dahi sanki taş taşımış gibi yorgun oluyorum.hiç bir şey yapmadığım halde. onları düşünemiyorum. uykusuzluğa, yorgunluğa karşı bir güçleri var.

bu hayatımın çocuksuz ve bekar ama bir o kadar çocuklu dönemine bir not.
ben hala onların cesaretlerine , güçlerine şaşırıyorum. kendimi anne olarak hayal edemiyorum.
 etrafta sonsuza kadar seveceğim arkadaşlarımdan bile tatlı üç insan var, ikisi de yolda ve ben bir ömür onları onların büyümelerine tanıklık edeceğim. senin kakan da çok pis kokardı be, senin saçlarını halil sezai gibi tarardı annen, senin sağından soluna döndüğün günü bilirim falan diyeceğim. hayat gerçekten çok garip.  


14 Kasım 2012 Çarşamba

14 Kasım.


Bugün anneannemi kaybedişimizin 13. yılı.
Bundan 13 yıl önce, şimdilerdeki gibi çokça bilinmeyen, adı geçmeyen bir hastalıktan kaybettik anneannemi. Alzheimer.

Anneannem bu hastalığa yakalandığında ben 10’lu o ise 50’li yaşlarındaydı. O zaman için anneanne olacak kadar yaşlıydı benim için, ama bu yaşımda, onun 62 yaşında öldüğünü düşündüğümde ise çok genç.

Unutuyordu anneannem,;sorduklarını, yediklerini, yemeyi, giyinmeyi, isimleri, sokakları. Her şey birer birer siliniyordu kafasından.

Ama bizi hiç unutmadı anneannem. Ne dedemi, ne annemi,teyzemi, dayımı, Recoyu,Büş’ü,beni,Bahar’ı… Unutmadı.

Biz kocaman bir aileydik. Bu hastalığı birlikte tanıyan, her şeyi birlikte yapmaktan vazgeçmeyen.

Birlikte tatillere gittik. Güzel yerlerde yemeklere gittik. Denize baktık.

10 Kasım 99’da, okulla gittiğim Anıtkabir ziyaretinden yanına koşup gittiğim gün, başını dizlerine koyup yatarken, saçlarımı okşadığını hatırlıyorum. Deprem olduğu gün kötüleştiğini, deprem paniğiyle herkes sokağa atmışken kendini, bizim evin içinde oturuşumuzu hatırlıyorum. Herkes deprem anında koşarak merdivenleri inerken, koşarak merdivenleri çıkan dedemi.

Hatırlıyorum. Özlüyorum. 

12 Kasım 2012 Pazartesi

9 gün.


Cumartesi: Ege’nin diş buğdayı ve Kürşad geldi.
Akşamına bir siyah beyaz gecesi+aspava
Pazar:Kahvaltı, yemek pişirmece. Akşama doğru Günaydın Burger kaçamağı+bolca muhabbet.
Pazartesi: Okul. Okul sonrası biraz iş, biraz soya soslu makarna.
Salı: İstanbul. Mavi Marmara duruşması kalabalığı+yağmur+ şimdi’de güzel bir yemek+anneme ve bahar’a kısa süreli bir kavuşmadan sonra çok sallanan bir uçak yolculuğu.
Çarşamba:Yine Ankara. Erken biten bir duruşma sonrası öğle tatilinde Van Gogh alive sergisi+ Divan’da güzel bir öğle yemeği ve d&r muhabbetinin ardından bu sefer de güzel bir akşam yemeği.
Perşembe: Afyonkarahisar, Kürşad’ın da gelmesiyle şenlenen bir yolculuk+yağmur+ Tarihi İkbal Lokantası’nda enfes yemekler, tatlılar.
Cuma:Yine Ankara.Yorgun kafalar ve bedenler. Bitki çayları, meyveler.


Cumartesi:Neyir ve Zeyno’nun gelmesi sebebiyle Didem’de toplanmaca.Bol bol bebek sesi+kokusu ve onları sevmek.Akşam Bien+aspava
Pazar:Tarihi Şengül Hamamı’nda ilk hamam deneyimi+biraz kahvaltı+biraz öğle yemeği ve AŞTİ’de ayrılık.

Ben otobüslere gülerek el sallıyorum uzun süredir.
Geçen haftaya inat bugün çok güneşli bir pazartesi, kalbim biraz bulutlu.
Haftamız güzel geçsin!

22 Ekim 2012 Pazartesi

pardon me.


siz beni arıyor bir şey soruyorsunuz. ben unutmuyorum. geri dönüyorum, aklımda tutuyorum. ama siz?
siz hep istiyorsunuz , trip atıyor , daha fazlasını talep ediyorsunuz, hep anlaşılmak derdindesiniz. ama ben?


ben 29 yaşındayım. değişemem. sizin umursamazlıklarınızı aklımda tutamıyorum, terbiyesizliklerinizi unutuveriyorum. Sizse her yaştasınız, siz de değişmezsiniz. Ne diyeyim.

12 Ekim 2012 Cuma

26 Eylül 2012 Çarşamba

baharım.

Biraz eksik biraz acemice oldu ama kalbimin içinden oldu.
seni çok seviyorum bahrim. iyi ki doğdun ve benim hayatımın baharı oldun. sen benim limonatam, sen benim pamuk şekerimsin.seni seviyorum.

kendim için.


Üniversiteyi bitirdikten sonra en büyük hayalim yurt dışında bir master programına gitmekti. Olmadı. Avukatlık stajımın bittiği gün işe başladım. 6 yıldır aynı yerde çalışıyorum. Yıllar geçti bir dolu seminere, mesleğimle alakalı alakasız kursa gittim, eğitimlere katıldım. Ama nedense yurt dışı hayalime bir türlü geri dönüp bakamadım, bu süre içerisinde de Türkiye’de bir yüksek lisans programına katılmaya hiç niyet etmedim.

Çünkü yüksek lisans sadece  Avrupa’yı karış karış gezeceksen, arnavut kaldırımlı sokaklarda yürüyeceksen, bir bisiklet edinecek, ülkene/şehrine gelmeyen grupların konserlerine elini kolunu sallaya sallaya gidebileceksen ve ülke temalı partilerde kısır ya da mercimek köftesi yapıp fotoğraflarını facebooka ekleyeceksen katlanılabilecek bir şeydi. (Ve ben her zaman ders çalışmaktan sürekli şikayet eden, gökyüzü hep gri olan ülkelerde yaşayan, tezini bir türlü bitiremeyen Türk yüksek lisans/doktora öğrenci bloglarının müptelası oldum. Bir nevi onlarla içimdeki hasreti dindirdim.)

Yüksel lisansa kalkış(a)mamamın diğer bir nedeni de ders çalışmaktan sonsuz kere soğumuş olmamdı. Çünkü hukuk sadece okumaktı, kitaplardı ve notlardı. İşin kötüsü, bu durumdan okul bitince de kurtulamayan bir hukukçu, nasıl kendini elleriyle gider de bir master programına yazdırırdı?  Tabii bir yandan da çalışma hayatına uyarlayamayacağım bir teori kabusuna dahil olmak da istemiyordum.O da ayrı bir konu!

Derken yıllar geçti, bahanelerim benimleydi ama hedef defterimin bir köşesine "yüksek lisansa başlayacağım" yazdım. Ve bir gün, ani bir kararla, tezsiz bir master programına dahil oldum, konuyu sevdim, önce özel öğrenci olarak kendimi denedim ve sonra da asıl öğrenciliğe terfi ettim.

Haftaya okullar açılıyor ve son dönemim. Ben yaklaşık iki senedir okula; her akşam Eskişehir yolundaki onca trafiğe, buz gibi soğuğa, arabam olmamasına , arada işi bırakmakta zorlanmama, hafta sonları ders çalışmak zorunda olmama rağmen, “of akşam ders var” diyerek değil, severek gittim. 

Üniversite zamanı okula gittiğim gibi “bitmek zorunda” diyerek değil, sadece kendim için gittim. Kendi alanımda çalışan/çalışmayan bir sürü insanla tanıştım, arkadaş oldum, onlardan/derslerden yeni bir dolu şey öğrendim.  Bu yazıyı da kendim için yazdım. Fazlaca bir ineğin masalına benzedi. Yine de kendime not:bazen bazı şeyler düşündüğüm gibi çıkmıyor, sabit fikirli olmamakta fayda var Merveciğim. Öptüm canım.  


21 Eylül 2012 Cuma

no sugar baby!

Sıfır şeker orucuna gireyim diyorum. Biraz iddialı ama. Ki ben maalesef tatlı düşkünü biriyim. Sütlü tatlılarla, çikolatayla , şerbetli tatlılarla da aram iyi. Ve aslında şeker sadece bunlarda değil her şeyde. İçtiğin gazlı içecek de bir şeker bombası, yediğin pirinç pilavı da. Ailemizde şeker hastalığı mevcut.Evde tatlılarla münasebetini şeker hastalığından ötürü önemli ölçüde kesmiş bir annem var ve kendisi beynin ve vücudun bir süre tatlısız kaldıktan sonra buna alıştığını ve eskisi gibi canının tatlı çekmediğini iddia ediyor. Denemekten ne çıkar? Hani belki kan çıkar, çünkü ben yeme-içme azaldıkça siniri artan bir insanım. Ama olsun denemeye değer diyor ve alarmı kuruyorum. 24/10/2012 günü bu deneye başlıyorum. Ben her şeyin yazınca daha etkili olduğunu düşünüyorum. Öptüm canım.

17 Eylül 2012 Pazartesi

endlesssummer dedikleri!

Denize bakarak zamanı durdurdum.
Makyaj yapmadım, saçlarımı kurutmadım , ne giyeceğim diye düşünmedim.
Çok uyumadım ama hep erken kalktım, uzun kahvaltılar ettim, kahveler içtim.
Denizin kenarına şezlongu çektim, dalgalar üzerime geldikçe iyi şeyler getirdiklerini, üzerimden gittikçe kötüleri götürdüklerini düşündüm.
Denizin üstüne yatıp boş boş durdum.
Müzik dinledim boş boş durdum.
Kitap okudum, çok güzel kitaplar okudum, arada kafamı kitaplardan kaldırıp denize baktım.
Tatildi. Güzeldi. 
Yine gelir , yine gideriz.



16 Ağustos 2012 Perşembe

5.

Değişen bir şey yok. Azalan bir şey yok. Unutulan da.

Bu sabah 5 sene önce bugünü düşündüm. Bütün gün işteydim, kuaföre gitmiştim, işten arkadaşlarımla eve gelmiş, odama eşyalarımı bırakmıştım. Odamdaki kitaplığa takılı askerlik fotoğrafın nasıl olduysa yerinden çıkmış, rüzgardan savrulmuş, odamın ortasına kadar gelmişti. Fotoğrafı yerden almış, yerine takmıştım, işte tam o anda içime bir sıkıntı girmişti. Sonra iş arkadaşlarımla bir düğüne gitmek için evden çıkmıştım, senin çok sevdiğin renkte, yeşil bir bluz, bir de beyaz etek giyip. Düğünden sonra eve gelmiştim, evde kimse yoktu. Anahtarla kapıyı açmış, merdivenlerden çıkarken, babamı aramıştım. Sonrasını çok hatırlamıyorum. Tek aklımda kalan yanında olmadığım için çok ağladığım. Gittiğine ağlamaya ne zaman başladım, onu ne zaman tam olarak kavradım ,  pek hatırlamıyorum.

Bu sabah 5 sene önce bugünden, bir kaç gün öncesini de düşündüm. Hastaydın, çok hastaydın, ama benim için vardın. Kocaman hasta yatağının bir köşesini kapmış, yanına yatmıştım, tv de , love actually vardı. Bizim sevdiğimiz bir film, önceden izlediğimiz. Elini tutmuştum izlerken, "ne güzel film yapmışlar" demiştin.

Yıllar geçtikçe defalarca söylediğim, yazdığım gibi en çok sesini unutmaktan korktum. Kokunu hatırladım, pijamalarını çekmeceme , tespihini de çantama koydum.Ama sesin?

Ve bu sene senin en sevdiğin şehirde, İstanbul'da bir akşam, evde otururken, Reco sana bir şey dinleteceğim dedi. Bilgisayarın sesini açtı. Ses senin sesindi. Komik hikayelerini anlatıyordun, tekerlemeler söylüyor, sonra da kahkahalarla gülüyordun. Senin sesin. Hayatımın en güzel günlerinden biri. Unutmaktan korktuğum sesini duydum. Dinledik, bir daha, sonra bir daha... Şu meşhur senede bir gün telefon hakkı talebimiz olmasa da, senin sesin.

Bugün iş yerinde Tanju Okan çalıyor. Gözümde yaşlarla senin için gelsin.. Eninde sonunda ...
Sonra biraz Esin Engin de çalarız.
Seni özledik. Bizi izle. 

15 Ağustos 2012 Çarşamba

15

hafta sonu gelecek. kardeşim gelecek.
kıpırdamayacağız.yaz bitecek biz tatile gideceğiz.
güzel güzel şeyler olacak. vallahi olacak.
sen de göreceksin. 

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Bir anne/Bir çocuk


 Bir süredir, Ankara Barosu’nun bir projesinde çalışıyorum. Adı Gelincik Projesi. Amaç şiddet mağduru kadın ve çocuklara destek olmak. Biz de bu projede gönüllü olan avukatlar olarak, merkeze başvuran talepçilerin vekilliğini üstleniyoruz.
E. ile de gönüllü avukatı olmam sebebiyle , Aralık ayında tanıştık. Onu gördüğüm gün üzerinde sadece pijamaları, kucağında da 2 yaşında bir erkek çocuğu vardı. Sığınma evine yerleştirilmişti, Ankara’ya yeni gelmiş, hiçbir yeri de bilmiyordu, telefonu yoktu ve tabii parası da. Anne babası dahil tüm yakınları ise Almanya’daydı.
Eşinden şiddet görmüş eve polis çağırmıştı. Polislerden biri “seni bu evden çıkartmazsam bu adam seni öldürecek” diyebilecek kadar duyarlıydı ve belki de bir hayat kurtarmıştı.
Bir araya geldiğimizde tek derdi, 8 yaşında, o anda okulda olan diğer çocuğunu da yanına alabilmekti.
Burası Türkiye idi. Süreç uzundu. E. Alman vatandaşı olduğundan ve o sistem içerisinde yaşadığından,  çocuğuna kavuşmasının bu kadar zaman almasını, hukuki sürecin uzunluğunu kavrayamıyordu.

 Ona bu süre çok uzun gelse de, bu zaman içinde okulu , adresi değiştirilen , kendisinden saklanan çocuğunu hiç göremese de, velayete ilişkin karar 8 ayda çıktı, Yargıtay’a gitti, geldi, kesinleşti.Geçen hafta  icra ile çocuğunu almaya gittiğimizde  adreste bulunamadığında ise dünyası bir kere daha başına yıkıldı. Ama mücadele etmekten hiç vazgeçmedi, hep sabretti. Etrafında bir çok ses ona farklı telkin ve önerilerde bulunsa da o mücadelesini sadece hukuken sürdürmek istedi ve bugün bir şekilde orta yol bulundu, 9 ay karnında taşıdığı çocuğunu görmek için verdiği savaş 9 ayın sonunda bitti.

Ben minik bir eli tuttum bugün, bir arabaya bindik, yolda giderken o bana aylardır görmediği kardeşinin saçlarının kıvırcık olup olmadığını sordu, “saçları biraz çok ve karışık ama kıvırcık değil” dedim.
“Senin kardeşin var mı” dedi, ben de ona kendi kardeşimi anlattım, “sen  de onu akşam görecek misin” dedi, “hayır ama Cuma günü yanına gideceğim” dedim, “çalıştığı için mi uzakta yoksa” dedi, “evet” dedim.

Bu 9 ay benim içinde zor geçti, belki hiç yapmaman gereken bir mesleki hata yaparak, sadece dosyaya odaklanmam gerekirken, müvekkille empati kurdum ve tüm bu süreçte kalbimi de aklımı da  hep o anne ve çocukta bıraktım. Hıdırellez dileklerim de bile elele tutuşmuş üç çöpten adamım vardı.Araştırmadığım yol, okumadığım karar, konuşmadığım bir hakim, uzman, psikolog da  kalmadı.
Etrafımdaki herkes de bu meseleye bir ucundan dahil oldu.Onlar kendilerini biliyorlar. Kimisi hukuki destek verdi, Almanya’dan bile bana yardım elini uzattı, bitmez tükenmez maillarıma cevap yazdı (en başta Talha o iyi ki arkadaşımmış dedim ve  işyerindeki çalışma arkadaşlarım), kimisi hep dua etti, (Annem, Teyzem,  Kürşad’ın annesi,Bahrim, Büşram, Recom, arkadaşlarım ) kimisi sabahın kör saatinde havaalanı macerasına dahil oldu (Babam).
Yani E. Şanslıydı, ben de şanslıydım, her şey yolunda gitti. Umarım bundan sonra da yolunda gider.
Bazen hep kötü şeyler oluyor, kadınlar şiddet görüyor, öldürülüyor, çocuklar mağdur oluyor. Ama bazen de güzel şeyler oluyor. Bir anneyle çocuğun kucaklaşması gibi.Yani bence hala umut var.
Bir de “sana Yasin okudum, hem bugün artık Merkür düz konuma geçti, her şey hallolacak” diyen bir annem var. O iyi ki var.
   
Gelincik Merkezi Telefon:444 43 06 
Ankara Barosu Gelincik Projesi’ne destek olmak isteyenler tüm operatörlerden “GELİNCİK” yazarak 4306’ya göndererek 5TL yardımda bulunabilirler.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

olaylar olaylar

Bu ara yazamıyorum. Hani eskiden çok yazıyordum da sanki. Neyse bu giriş kısmı hep aynı serzenişler. Onları geçecek olursak, unutmayayım istiyorum. Çünkü benim altın kızlarımdan ikisi daha anne oldu. Neyir ve Candan.

 Neyir'in Zeynebinin  doğumu 19 temmuz . Anne baba fenerli. Ben Ankara'dayım, Neyir İstanbul'da. Aklım orada, kalbim orada. O kadar aksilikler oldu ki, ben duruşmalara gidemedim, o Ankara'ya geldi, başka yerlerdeydim ve onu hamile göremedim. Bir anda, "gitmem gerek" dedim. Eve gittim. Biletlerimi aldım. Sabah kalktım.

Pilotumuz  ne kadar da neşeli. Aman da şuralar adalar, buralar da karadeniz diye diye İstanbuldayım. Hava çok güzel. Hello istanbul. Hastane neredeydi, tam emin olamadım ve sürprizi bozma pahasına, Neyir'in kocasından teyit aldım ve kısa bir süre sonra hastane odasının kapısındayım. Tık tık. Ben geldiim. O anda , Neyir'in geldiğimi bildiğinden o kadar eminim ki. Ama o şok. Ben şok. Neyir ve karnıı! Neyir emin misin bu karın pek küçük. Ya büyümemişse, istersen bugün doğurma. Süsler, püsler, anneler teyzeler ve Neyir gider. İşte Didemle de yaşadığım o şey, göz dolması, boğaz kuruması, hüngür hüngür ağlama isteği ve heyecanlı bekleyiş, sonra birden bebek çıkar. Telefonlar, herkese her şey  iyi, yolunda mesajları. Zeynep çok minik. Neyir çıkar, Neyir iyi, neşeli.

Ben nedense arkadaşlarım anne olur olmaz başka birisi de olacaklar sandım. Lohusa fobim vardı benim, "bebeğimin yanında nefes alma, şimdi yok ol" diyecek cadılara dönecekler sandım. Ama didem öyle olmadı, allaha şükür neyir de delirmemiş. Ama  "bebeği bir tut bana ver" dedi, "Neyir ben o kadar minikken tutamam" dedim, sonra Neyir bir daha "hadiiiiiiiiiiiiiiiii" dedi, tuttum verdim. Böylece Efe'nin "tutmazsan yere bırakırım" demesiyle, kucakladığım Ege'den sonra, bir kaç saatlik bebek de tuttum, bir daha ki sefere bebeği ben çıkartırım diye düşünüyorum. 

Sonraaa sıra geldi normal doğumu için gün sayan Candan'a.
 Günlerden cumartesi. Ben sokaklardayım. Bahar evde doğum günü pastamı yapıyor. O anda telefon çalıyor, "Merve beni doğuma alıyorlar". Ben bu durumda Melih arar zannediyordum. Ama Candan da sakin.

 Bahar fotoğraf çekecek, hastane de buluşuyoruz. Ani bir kararla, normal olacak doğum, sezaryene dönüşüyor. Melih evden eşyaları almaya gidiyor, Candan bir odada bekliyor.Doğuma hazırlıyorlar, yüzünde hafif bir endişe doğuma doğru gidiyor.

 Ben evden çıkarken üzerimde çiçekli bir pantolon var , ne tesadüf ki Bahar'da o gün onu giyiyor, hastanede herkes tuhaf tuhaf bize bakıyor, Candan'ı doğuma alıyorlar, Bahar yanında gidemiyor, kalp yine küt küt atıyor. Böyle bir şeyi beklemek çok tuhaf. Derken bir çantanın içinde geliyor Tuna, bir odada boyunu kilosunu ölçerlerken ağlıyor, giydiriyorlar onu, sanki Candan'a benziyor. Ve sonra Candan da geliyor. Annesi yokken ağlayıp duran Tuna, annesinin kucağında susuyor.

 Ben derim ki,  eğer arkadaşın varsa, doğumunda yanında olmanı istiyorsa, git, istemiyorsa da bir köşeye saklan, yine git çünkü o gün çok güzel bir gün, ben hayatımın bir döneminde 2-3 ay her gün hastanenin en tatsız katında bulunmuş biri olarak diyebilirim ki, hastanelerin doğum katı çok güzel bir yer. O sevinci paylaş.
Doğum garip bir şey. Bebeklerden korkan, onları ihtiyarlara benzeten benim için bile büyüleyici bir şey.

Özetle kutlu doğum haftamda en güzel hediye, iki minik yengecimiz daha olmasıydı. İyi ki doğdular.


26 Temmuz 2012 Perşembe

29

29 da oldum
Pastayı tabii ki Baharım yaptım.

20 Haziran 2012 Çarşamba

without you

Sabahları polo büyüksün reklamıyla , işe gelince lana del ray summertime sadness la itinayla hüzünlendiriyorum kendimi, yolda yürürken, güneşten kuruduğuna mı yoksa ezildiğine mi karar veremediğim kurbağalar görüyorum, güneşin insanı yakarak yalayan ışınlarına maruz kalıyorum, hep iştahım kesildi sanıp, yine de acıkıyorum, yiyorum.
Zamanım değişiyor, öyle hissediyorum. Bir şeyler değişiyor.
Günler de geçiyor işte.Güzel geçiyor.

4 Haziran 2012 Pazartesi

arm partY!

 5-6 yaşlarında plastik, fosforlu halka bilezikler takıp, sürekli olarak sayılarını arttırmaya çalıştığım günlerden beri bir bileklik delisiyim. Renkli severim, çok severim, havalar ısınır ısınmaz tüm bulduklarımı kollarıma takarım. Onlar kolumda iz yapar ama öyle yanarım.

Bu aralarda örgü, makrome ve benzerleri moda olduğu üzere ben de orada burada hep bileklikler aradım, ama ya çok uçuk fiyatlara gördüm, ya da beğenmedim derken çok yakınımda bir hazine buldum.

Sevgili kuzenim Büşra benim gibi arayıp bulamadığı bilekleri, önce kendisi için yapmaya başlamış, sonra birkaç arkadaşına hediye etmiş. Şu an talepler arttığından, halhal ve bileklik üzerine seri üretime geçmiş durumda:)

Ben kollarımı çoktan donattım bile:)

Bileklikler gibi renkli bir hafta dilerim.



31 Mayıs 2012 Perşembe

por favor canım amcacım!

Madrid’den önce konseri anlatmak gerek!

16:30

Coldplay konseri saat 21:00’da. Biletlerimiz ise sahne önü. Golden circle için ayrı bir kapı olduğundan neredeyse eminiz, rahatız güzeliz. Konserin yapılacağı Vicente Calderon’dayız. Yanımızda harita okumakta ve metro ağı çözmekte üstün yetenekli 4 erkek de olunca her şey çok kolay!

17:00

Stat ana baba günü. Yerde uyuyanlar, çekirdek çitleyenler, kağıt oynayanlar.. ve bu kuyruk stadın tüm çevresi kadar! O anda yine ayrı bir kapıdan alınacak özel şahsiyetler olduğumuza inancımız tam olduğundan yine moralimizi bozmuyoruz.

17:20
Gezip, dolaşıp, iki kapıdan giriş yapılacağını ve sahne önü için ayrı bir kapı, sıra olmadığını öğrendik ama yüzleşemiyoruz.

17:45
Bahar atlı polisinden, güvenliğine , gencinden, yaşlısına , İngilizceden kelime anlamayan tüm İspanyollara; golden circle olduğumuzu anlatmakta ısrarlı, ömrü hayatında konuştuğu en akıcı İngilizceyle derdini anlatıyor, Selma gezimizin ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı olarak da anlatacağım üzere Türkçe konuşarak herkesle anlaşmakta başarılı.

Herkes bizim ayrı bir kapımız olmadığını söyleyince, Selma’nın da desteğiyle bir sıraya tatlı kızlar olarak kaynarken, erkekleri biraz uzağa itiyoruz. Selma’nın bizi motive eden cümlesi: Biz ülkemizden geldik onlar evlerinden! Kaynamak serbest!

Erkekler de gelince oturdukları yerden kaynama çabamızı gülerek izleyen bir grup erkek dayılanıyor, polis çağırırım, bas git ‘in İspanyolcasını söyleyince korkup uzaklaşıyoruz.

Bu arada bahar sürekli golden circle demekte Selma ise Amcacım’la başlayan cümleler kuruyor. Altuğ ise sıraya kaynama fikrini bir türlü içine sindiremiyor.

18:00
Nedeni bilinmeyen bir şekilde mersin’e değil tersine giderek, sıranın en önüne vardık. Etrafa bakıyoruz. Madem kaynayacağız bir manası olsun kafasındayız, henüz itiraf edemedik. Sıranın en önü, stadın içinden kamera çıkıp, bunları çekince heyecanlanıyor, fırsat bilip önlere yanaşıyoruz.

Yanaşanlar arasında sadece Merve, Bahar, Selma ve Kürşad var. Grubun diğer kalanı dikkat çekeriz dese de , yaptığımızdan utanan düzgün insanlar. Onlar biraz daha gerideler. Maksat sıradakiler yüzümüze alışsın, biz onları da yanımıza çekeriz kafasındayız.

Sıraya kaynamışken, metro çıkışı gördüğümüz bir İspanyol çiftle göz göze geliyoruz. Onlar bizim biz de onların sıranın önünde olamayacağını biliyor ama gözlerimizle bir gizlilik yemini ediyoruz. Bizi tanıyıp, gülümsüyorlar ve biliyoruz ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

18:30
Bahar hala ayrı bir kapı ararken, polisler üzerimize demirler kapayarak, sıranın sınırını çiziyor ve bahar son dakika sıraya dahil oluyor, grubun geri kalanı o anda oldukça arkada ve Selma amcacım kocam dışarıda kaldı diye ağlarken, polis amca no paso diyor.

Bizim kaynamaya sonradan dahil olan grubun geri kalanı Utku, Eren, Altuğ ve Duygu da bizden 200 kişi sonra içerde, zaten golden circle’ın bir anlamı da yokmuş diye moralimiz bozuk, kapıdan içeri giriyoruz.

18:45

Stattayız, mutluyuz ve Kürşad yakışıklı bir İspanyol’la konuşup, yanımıza geliyor, o yakışıklı İspanyol bize sahnenin önüne kadar eşlik ediyor ve o da ne golden circle için ayrı bir giriş stadın içinde ve biz en öndeyiz.!

Bundan sonrasında konserde en önde olmanın şokunu uzun süre atlamadık, çok yağmur yağdı, sırılsıklam olduk, çenem dişlerime çarptı, donarak ölüyorduk, hepimiz kuru kıyafetlerini diğerine giydirdi, (bu arada dolu yağarken utku, eren ve duygu tuvalet sırasında olduklarından ıslanmadılar unuttum sanılmasın)coldplay sahneye çıktı, konfetiler, havai fişekler patladı, balonlar uçuştu, kolumuzda bileklikler yanınca, etraf rengarenk oldu, vay kro İspanyollar konsere gelmediler mi dedik ama o anda her yer doluydu, sevdiğimiz şarkılar çaldı ve biz çooook mutluyduk ya. Sonrasında metroda sıkıştık, İtalyan, Portekiz ve İspanyol karması bir çocukla muhabbet ettik, gece neredeyse 3’de otelimize vardığımızda bile hala ıslaktık, ertesi gün ataşler içinde uyanacağız sanıp, elimizdeki bütün ilaçları aynı anda üçer beşer içtik, ama dedim ya çook mutluyduk. İyi ki vardık, iyi ki o gece oradaydık. Ve ertesi gün hasta falan da olmadık:)
(Selma'nın dediğine göre , yerde çekirdek çitleyen çocuklar, coldplay facebook sayfasından aldığım bu fotoğraf karesinin dahi içine giremiştir.)



bir colplay/madrid macerası nasıl başladı?

Bahar’la hep derdik ki “coldplay gelirse kesin gideriz ”, Selma ve Utku’yla da böyle bir muhabbetimiz hatta coldplay geliyor sanıp, gaza gelmişliğimiz vardı. Ve tabii hep birlikte bir yurt dışı seyahati de hayal ediyorduk ne zamandır ama ayrı ayrı gezmiştik bugüne kadar hep.

Bir kış günü eskiden buluşma yerimiz olan tribeca artık orada olmasa ve mekanın adı sanı he bir şeyi değişmiş olsa da , eskiden hep oturduğumuz masada, Eren, Selma, Utku ve ben, 2012 yılına ilişkin hayallerden bahsederken, Selma bunların içinde coldplay i canlı dinlemek olduğunu söyledi. Bir anda ne oldu bilmiyorum ama “e hadi gidelim o zaman” deyip, kendimize 19 mayıs haftasını hedef belirledik. O günlerde Mayıs’a çok vardı, henüz çok erkendi, bu planın da rafa kalkma ihtimali çok yüksekti. Yine de bizim belirlediğimiz tarihlerde coldplay’in Nice, Madrid ve Porto’da konserleri vardı, Portekiz bir an aklımızdan geçti, Nice e gitmeye çok sıcak bakmadık ama hiçbirimizin görmediği Madrid üzerinde az buçuk anlaştık.

Biz Madrid’de karar kıldığımızda , coldplay’in resmi sitesinde bilet satışları çoktan bitmişti. Bir kaç hafta sonra Utku’nun önerisiyle biletleri viagogo’dan da alabileceğimize karar verdik, ama güvenli midir, değil midir bir türlü emin olamadık, öyle de epeyce zaman geçti ve bir akşam Selmalarda buluşup, harika yemekler yedikten sonra üzerimize çöken rehavetle riski aldık, karlı bir Ankara gecesi henüz elimizde olmayan 8 coldplay biletimiz vardı.

O gün bile gideceğimizden emin değildik, çünkü biletler gelecek miydi, grup fire verecek miydi, vize çıkacak mıydı gibi kafamızda bir dolu soru vardı. En kötü ihtimalle biletler gelir biz de satarız bile dedik. Kulağımızı tersten tuttuk, elimizde ne bir uçak bileti , ne bir otel rezervasyonu varken, olmayan biletlerimizle bir yola çıktık.

Yine zaman aktı geçti, gidiş-dönüş tarihleri bir belirlendi bir değişti, sevgili turizmci arkadaşımız Mehmet her gün tarafımızdan itinayla delirtildi ve thy’de hepimize yetecek kadar makul fiyatlı bilet tükenip, benim artık alamıyoruz bu biletleri dediğim bir anda, hepimizin(istanbuldaki bahri ve Kürşad da dahil) Frankfurt aktarmalı Madrid biletleri Ankara çıkışlı olarak Lufthansa’dan alındı.

Yine Mehmet’in yardım ve araştırmalarıyla,gittiğimizde metro yanında, merkezi, temiz ve güzel bir kahvaltısı olduğuna sevindiğimiz otelimiz de uçak biletlerimizi almamızdan kısa bir süre sonra ayarlandı. Herkesin vizesi de sıkıntısız çıktı ve artık tek bir problem kalmıştı, çook uzaklardan gelecek ve konserden yedi gün önce postaya verilecek golden circle coldplay biletlerimiz acaba gelecek miydi, sahte miydi, gerçek miydi? Kendimizi “aman gelmese de hep birlikte Madrid’e gitmiş”oluruz diye teselli ediyor ama içten içe de bu hayal kırıklığını yaşamak istemiyorduk.

Biletlerimiz de beklediğimizden erken elimize ulaştı. Madrid ‘de havalar biraz ısındı biraz sıcaklaştı ve 18 Mayıs’a 19 ‘a bağlayan gece, dünya için küçük bizim için büyük bir adımdı, colplay’e gidiyorduk, hep birlikte uzun süredir hayal ettiğimiz bir şeyi yapıyor, yurt dışı tatiline çıkıyorduk, ben ısrarla kocaman bavulumu kabine almakta ısrar ediyordum , canlarım ise beni bavuluma bir şey olmayacağı yönünde ikna etmeye çalışıyordu ve kısa bir avrupa’da konser macerası; Merve, Bahar, Kürşad, Utku, Selma, Altuğ, Eren ve Duygu’dan oluşan 8 kişilik kadroyla işte böyle başladı. Devamı çok yakında burada…:)

14 Mayıs 2012 Pazartesi

5


Bu hafta yoğun. Çünkü haftaya izinliyim. İzin öncesi ve sonrası artan performansımı düşününce aslında ayda bir kere tatile gitmem ülke ekonomisini bile kalkındırabilir. Benim bütçemi nasıl etkiler orası ayrı..
Bu hafta yoğun ama fotoğraftaki sakinlikle geçsin istiyorum. Babetlerim suya düşmesin, deniz kirlenmesin, yan tarafımda denize sarkan minik çocuk gibi kalbimi hızla çarptıran olaylar yaşansa da, çocuk denize düşmesin! Ben annesi gibi panik yapmayacak kadar soğuk kanlı olayım. Hava güneşli olsun, terletmesin, limonata gibi olsun, üşütmesin..
taşların arasından çıkan yeşilliklere saygı duyduğumu da söyleyeyim bu saçma yazı burada bitsin.
haftaya bugün olsun, tek derdim, madrid sokaklarında yürürken güneşten yanmamak, daha fazla yer görmek, tek muhabbetim; coldplay konseri de güzeldi yeaaa, hangi kıyafeti giysem bugün, saçlarım güzel mi olsun.
o bitsin başka güzel günler gelsin.
haftamız güzel geçsin.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

nur.

anneler gününü sevmiyorum. birilerine parasızlığını birilerine annesizliğini hatırlatan bir gün olduğu için gıcık bile kapıyorum.  ama annemi çok seviyorum. biliyorum sen de seviyorsun anneni, senin annen dünyadaki en güzel kadın,  en güzel yemekleri yapan, en güzel kokan, en akıllı, en duyarlı, en komik kadın . ama öyle değil aslında çünkü o bence benim annem. 

28 yıldır benim hayatımda, daha ben doğmadan benimle konuşmaya başlamış bir kadın o. altı aylıkken anne yerine yoğurtçu demekse benim ayıbım.

zayıfım diye üzülen, ama doktorun acıkırsa yer tavsiyesine uyan, peşimde yemekle koşturmayan o kadın;küçükken de benim gibi iştahsız, yemekleri ağzında biriktiren, hayal gücü geniş, inşaat hanım diye bir arkadaşı olduğuna kendinden iki yaş küçük teyzemi bile inandıran, yine küçükken elini fişe sokan, elektrik çarpınca, uzun süre hasta yatan...

Uzun süreli baş ağrıları neticesinde, beyninde tümör olduğuna kanaat getirilen, binbir eziyet çeken, saçlarının kazıtılıp beyin ameliyatı olmasına saatler kala dualar ederken, bir doktorun çıkıp, bu çocuğun sadece gözleri bozuk demesi üzerine hayatı değişen, o güne kadar gözleri bozuk gezdiğinden, tv yi karlı görüntülü, bulanık bir şey zanneden, gözlüklerine kavuşunca dünyası değişen, mahalledeki çocukların hep korkuttuğu, hep sıkıştırdığı, dayımınsa onun için bir dolu çocuğu dövdüğü , ben küçük bir çocukken benimle oyunlar oynayan, yürüme yarışı yapan çocuk annem.

Giyime düşkünlüğümün esin kaynağı, yurt dışına çıkanlardan kot pantolon isteyen, herkesin süslü püslü olduğu ortamlarda, ayağında postalları ya da spor ayakkabılarıyla, şu yaşımda, bu çağda hala giydiğim gömlekleriyle tarz sahibi olan, kedisinin adını haydar koyan genç kız annem.

lise sonda 46 kiloyken bile içine giremediğim gelinliğin sahibi, o gün gözlüğünü takmayışına bugün hiç anlam veremeyen, az makyajlı sade ama dünyanın en güzel gelini olan gelin annem.

sabahları hepimizden önce uyanan, geceleri korkup seslendiğimde hemen efendim diyen, belki de hiç uyumayan, 30 yıldır her sabah babama kahvaltı hazırlayan, o kahvaltılardaki bıdır bıdır konuşma seslerine uyandığım, hiç yorulmayan, her yemeği en güzel yapan, bütün püf noktalarını bilen, gazetelerden gidilecek mekanları kesen, istanbulda yeni açılmış her yeri bilen,  küçükken yemek tarifi oyunumuza, büyüdükçe blog için mutfağın altını üstüne getirmemize ses çıkartmayan, bizi her konuda destekleyen, bizi seven, cesur,birlikteyken gülme krizlerine girdiğim, kimseyi kırmayan, incitmeyen, hep mis gibi kokan, güzel bir şey gördüğümde hemen aklıma gelen, çiçekleri , yeşili seven, denize günaydın diyen, sabırlı, melek annem.

o iyi ki var.


  

11 Mayıs 2012 Cuma

10 Mayıs 2012 Perşembe

onu bunu bilmem anlamam.

 Buralara yazamazken, spora başladım, spor dediysem abartmamak lazım ama en azından haftada iki gün fazladan 3 km yürüdüm, haftada bir gün pilatese gittim, bunun dışında evde kendi kendime de bir şeyler yaptım, etkisini de bir ayda gördüm, her sabah açıp karnıma baktım, biraz mutlu oldum, ama arada fire verdim.
 zayıflasan da zayıflamasan da spor yaptıkça kendini iyi hissettiğin bir gerçek, kendimi o kadar iyi hissettim ki, bir an iş yerimin sıhhiye de olduğunu unutup, bu şortu giyip, işe gitme hayalleri kurdum, etekle de adeta bir blair waldorftum. ama alışveriş orucumun bünyemdeki faydalı etkileri neticesinde bunları almadım. alsa mıydıM?


 hayat güzel dedim ve hep yaptığım gibi ayaklarımı denize uzattım. anları kafama kazımaya çalıştım.
 bahar dallarını sevdim. onlara yanlarından geçerken selam verdim, bir şeyler söyledim.

 arada diyetimi bozdum, istinye'de izmir lokması yedim. izmir'e de gitmedim dedim. bir gün gider miyim?

Diyet lokmayla bozuldu dedim, egeyi görmeye giderken efe'nin en sevdiği kurabiyeden de yaptım.


 sonra pişman oldum babamla kendime annem yokken sabahları yumurta haşladım.

martılara baktım. baktım. baktım.


hayat boş ya yiyelim güzelleşelim dedim.

bugünler de biraz yiyor, biraz geziyorum hala.
öptüm doyasıya.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

konyakonyakonya!

 Annem'in memleketi Konya, küçükken niyeyse hep beni ürperten ve tedirgin eden bir şehirdi. Büyüdükçe her yaz tatil dönüşü  etli ekmek yemek ve Mevlana'yı ziyaret etmek için uğranan bir şehre dönüştü, sonra da anneannem ve dedem'in mezarlarının orada olması sebebiyle hep özlem duyduğum bir yere...
Bilindiği üzere 1 mayıs tatildi, günü birlik bir yerlere kaçılabilirdi, böyle kısa geziler için Konya zaten bizim ekibin listesinde vardı.
 Ani bir kararla hızlı tren biletleri alındı. Ekibe dahil olanlar bir çoğaldı bir azaldı ve 1 mayıs sabahı 4 işçi 1 kişi; Annem, ben , Pınar, Candan ve karnındaki Tunamız olmak üzere yola koyulduk.

Gezimizi planlarken  Konyaya her gittiğimizde Annemin teyzeleri ya da kuzenlerinde harika kahvaltılar ettiğimizden, kızları kahvaltı için götürebileceğim bir mekan bulmakta zorlandım. Teyzem Meram'da eskiden de gittiğimiz bir yeri önerdi, sonra Annem'in aklına, yemeklerinin müptelası olduğumuz Konya Konak Mutfağı geldi. Kahvaltı olup olmadığını telefonla öğrenip, yerimizi ayırttım.
Sabah  oraya ulaştığımızda zaten her şeyin sayımıza göre hazırlandığını gördük.
Kahvaltı muhteşemdi!
Özellikle tulum peyniri, enfes kaymağı ile mest olmuşken, masamıza Konya usülü saç böreği, su böreği, patates kızartmaları ve sucuklu menemen de gelince kendimden geçmişim. O yüzden fotoğraf masanın ilk halinden. Sonuç olarak yemekleri enfes olan bu mekanın kahvaltısını tek geçiyor, herkese öneriyorum!
 Kahvaltıdan sonra, önce mezarlık ziyareti yapıp, ardından Mevlana'da görüp görebileceğimiz her milletten insanla birlikte müzeyi gezdik, dua ettik, dilekler diledik.  Alaaddin Tepesini, "işte yavrularım konya dümdüz olunca burayı tepe sanmışlar" diyerek gezdirip, kahve içtik. Sonrasında Karatay Medresesi'ne ve Şems türbesine de gittik ki, küçük ve oldukça serin olan Karatay Medresesi benim gibi bir müze düşmanının bile çok hoşuna gitti. Tabii bu kadar yürüyünce yine acıktık ve etli ekmek için Cemo'ya gittik, burada Konya'nın meşhur tatlısı saç arasından yemeyi de ihmal etmedik. Bunun dışında Konya'da ne yesem derseniz, tandır için Hacı Şükrü'yü (saat 11:00 ve 15:00 arası gitmeniz gerek) tirit için Tiritçi Mithat'ı ve  Konya'nın yörese yemeklerini tadabileceğiniz, kahvaltıya da gittiğimiz Konya Konak Mutfağını öneririm.
Son olarak Konya staylaa diyerek uzun etek giyip gittiğim yolculuğa damgasını vuran,  eteğimi de paylaşmak isterim.  Kısa boylularda uzun etek giyermiş, olurmuş yaa.
Ve derim ki;yemeğe düşkünseniz, hava aşırı sıcak değilse, gezmeye meraklıysanız, hızlı trene atlayın bir Konya yapın , çok ısrar ederseniz, rehberlik de ederim:)

8 Mayıs 2012 Salı

ege.

Sanırım nisan ayı içerisindeki en büyük bomba didem ve efenin bir çocuğu olmasıydı. 14/04/2012 günü, bahar istanbul'dan cumartesiye denk gelmiş doğumu fotoğraflamak üzere geldi. planım didem doğumdan çıkar çıkmaz bahar'dan haber alıp, hastaneye koşmaktı. ama bahar'ın her doğum çekiminden sonra "kalabalık doğumlar hep bir telaşlı ama çok da neşeli olur ve işler yolunda gider" demesi aklıma düşünce zaten sabaha kadar her saat başı saat kaç diye baktığımdan , heyecandan uyuyamadığımdan, bir nevi hortlak misali hastaneye sabahın kör saatinde didemle peş peşe giriş yaptık.

o günü nasıl anlatacağımı bilemiyorum. videomuzu izledim, ben ben değilim. yine de ege'nin doğum günü olan 14/04 de 1404 no'lu odada bize merhaba dediğini farkettim, cidden epeydir neye bu kadar heyecanlandım, ne zaman bu kadar duygulandım, korktum hatırlamıyorum.  

özellikle didem'i ameliyata uğurlarken kendimi çok çaresiz hissettim, ege'nin ağlama sesiyle biraz  kendime geldim. insanın bu kadar yakın bir arkadaşının doğum yapması ve o bebeğin onun karnından çıktığına inanması vs. şaşırtıcı şeylermiş.

yaşadığımız cidden büyük bir duygu seliydi, ben bebekleri severim ama onları sahiplenemem sanırdım, şimdi her hafta didemlerin kapısındayım küçük prensimizi sevmek için. böyle agulu gugulu konuşup, saatlerce onu seyredebileceğim, aniden fotoğraflarını çok da tanımadığım insanlara göstereceğim aklıma bile gelmezdi ama oldu, biz o minik adam için yarışır hale geldik ve tabii ki ilk merve diyecek ve en çok beni sevecek!!!.

didem efe ve ben çay demleyip, koltukta karbonhidratlar tüketirken, şimdi bir de egemiz var, bizimle survivor seyreden ve pek tabii kendisi sese oldukça alışık bir bebek, e tabii bir de akrobat çünkü onu türlü pozisyonlara sokan bir babası var. o babası ki emziremediği için çok üzgün ve ben de ona yukarıdaki yöntemi önerdim ama henüz denemedik.

aslında çok daha farklı şeylerdi yazacaklarım ama araya zaman girince toparlayamadım. yine de ege'nin aramıza katılışı esnasında farkettim ki, benim ortaokul liseye birlikte gittiğim insanlarla çocukken tanışmamız neticesinde çocuk kalmışız. bebek de olsa bu böyle. halimiz çok komik. bizim artık bir bebeğimiz var.:) 
aslında ege'ye bir de mektup yazmıştım ama biraz sansürledikten sonra yayınlarım belki.



aaaa!

bloguma iki ay olacak neredeyse ve yazamamışım.
ne zaman açsam açılmadı, ben de anlamadım.
arkası gelsin o halde...

23 Mart 2012 Cuma

durum raporu.


hayatın nasıl dersen güzel.

mutluyum. neden dersen 4-5 haftadır üst üste belki çok yorucu ama çok da güzel haftasonları geçirdim.istanbul'a gittim. istanbul'dan geldiler.


antalya'ya gittik.ve bütün bu gidişlerde ankara buzlar karlar altındayken ben denizin kenarında ve güneşin altındaydım.mutluydum.

çok güzel yemekler yedim. sushiler, balıkçı da mezeler, istinye'de van kahvaltı evi'inde en çok da annemin masasında güzel kahvaltılar ettim, yedi mehmet de mest oldum (antalya'da buraya gitmediyseniz çok şey kaybettiniz), yanık dondurma yiyip, nefret ettim.

hediyeler aldım, şaşırdım, güldüm, şaşırttım.didem'e güzel bir hamile organizasyonu yaptık.

minik ve henüz ayrıntıları tamamlanmamış bir gezi planladık uzaklara..

bir haftasonu ankara kalesi civarında gezerken harika bir köfteci keşfettik. sonra da baykuşlarla ilgili her şeyi biriktiren bir adamın dükkanını.hafftada üç gün uzaktaki okuluma gidip, eve geldiğimde yatağıma nasıl gittiğimi bile hatırlamadan uyuyorum.

ama huzurluyum.


kafamda bazı konularda kocaman soru işaretleri varken, ben onları şimdilik cevaplamama kararı aldım, hayatımda olması muhtemel değişikliklere olduğunda nasıl reaksiyon vereceğimi düşünerek geçirmemeye çalışıyorum zamanımı. o günler geldiğinde alışmakta zorlanacaksam zorlanacağım, özleyeceksem özleyeceğim ve tabii ki mutlu olacağım. ama o gün geldiğinde.

o yüzden bugün , bugün var. yarın da yok dün de.aslında dün var.iyi ki de var.

bu da böyle bir yazı işte.

10 Şubat 2012 Cuma

taksir.

neler oluyor dersen?



  • yüksek lisansımı bir dönem daha uzayacak çünkü haftada 5 gün okula gitmek istemedim, bu dönem hafta da 3 gün diğer dönem 2 gün giderek inşallah kendisini tamamlayacağım. öğrenci olmayı sevdim. ondan da bitmesin istiyor olabilirim. kafamdan doktora hayalleri de geçmiyor değil. sanırım bu acıyı seviyorum.


  • bu aralar çok kötü besleniyorum. mesela dün neredeyse 2 saat içinde bir muz, metro ve ayva tatlısı yedim. amacım ne acaba? cidden yediklerime dikkat etmem gerekiyor!


  • saçlarımdaki beyazlar artarken, aklımdan gölge vs. fikirleri geçiyor. saçıma bu yaşıma kadar hiçbir işlem uygulanmadı, rengini de çok seviyorum ama ah şu beyazlar! kafam karışık ve bir ton açığına bir kaç gölge attırıvereyim derken sarışın olmaktan korkuyorum.


  • eski hızım ve açlığımla kitap okuduğum söylenemez ama şu aralar yavaş yavaş okuduğum,bitmesini istemediğim iki kitabım var, barış bıçakçı; bizim büyük çaresizliğimiz ve banana yoshimato; kitchen.


  • bugünlerde hiçbir dizinin müptelası olamayn bünyemi, cnbc-e'de , gossip girl ve how i met your mother, the closer falan izleyerek oyalıyorum. halbuki blair evlenmiş, kim bilir diğerlerinde neler olmuştur ama ben uzaktan seyrek seyrek geliyorum. siz devam edin.


  • şubat biraz hızlı geldi ama 2012'yi sevmedim dersem yalan olur, devamını bekliyorum.


  • ama en önemli gündemim bir aydır, baharımı görmemiş olmak onu çok özledim, öyle böyle değil. ve hatta geçenlerde evde içeriye doğru bahriiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii diye bağırdım. ama ses vermedi.kardeşimi çok özledim demiş miydim?

  • manasız noktaları kasten yaptım. ya da olası kast diyebiliriz, ama bilinçli taksir değil.

8 Şubat 2012 Çarşamba

kalpler.



çoook yakın üç arkadaşım, eski iş arkadaşım, kuzenim ve eski stajyerimiz derken etrafımdaki hamile sayısı giderek, katlanarak artıyor:))


şimdilik 2'sinin cinsiyeti belli, hatta birinin gelişine neredeyse 2 ay kaldı:)


heyecan dorukta, günlerimiz minik kıyafetlere bakıp çığlıklar atmakla ve şimdilik didem için bir doğum öncesi partisi organize etmekle geçiyor, orjinal fikirlerinizi bildirirseniz sevinirim.


bebekler ülkesinden merve.

2 Şubat 2012 Perşembe

istanbul gibi(!!!)


akşam haberlerde "bala'da 50 cm kar var, yollar kapalı" dendiğini duyunca, kendimi tutamadım, babamı da kışkırttım ve sabah atladık arabaya( tabii olaylar böyle gelişmedi, duruşmam vardı, mecburi hizmetti, babamsa kızına hiç kıyamaz, maceraya da bayılır..)



(beynam'da bir eskimo evi:) babam olmasa kesin göremezdim)

Yollarsa açıktı, anladım ki kar , uzaklara, dağlara, insanların küçük evlerinin olduğu, sokağa sık çıkmadıkları yerlere, uçsuz bucaksız tarlalara yakışırmış en çok.


Yolda giderken en çok masmavi gökyüzünün altında güneş ışınlarıyla parlayan pırıl pırıl karlara bakıp mutlu oldum. ben bir romantiğim ve o her sabah beni delirten kar uzaklara, yağınca ne kadar da güzelmiş...


(gölbaşı)


dipnot:01/02/2012 tarihli kanal d akşam haberlerinde, erzurumdan kar manzaraları gösterip, başlığa "istanbul gibi" yi koyan haberci, sanırım delisiN:)

20 Ocak 2012 Cuma

ankara o kadar soğuk ki...

-üç günde giyeceğim kıyafeti tek seferde giydim. bu şaka değil. baya sıcak tutan bir kot gömleği , eteklerin üzerine giydiğim ince bir bluzu ve kocaman bir kazağı, üst üste giydiğim, terlemediğim ama yine de ısınamadığım kadar soğuk.

-hiç kalın bir şeyim olmadığını farkettim. dolabın derinliklerinde şişko hırkalar ararken, ortaokul mezuniyetinde taktığım çantayla karşılaştım. demekki yıllardır o kocaman hırkalara hiç ihtiyaç duymamışım, hava ne sıcakmış eskiden dedim.

-kapalı balkonumuzdaki meyve sebzeleri geçtim, soda şişeleri bile dondu.

-yüzümde kolunda bacağımda varlığından haberdar olmadığım kasımı kemiğimi, yogaya pilatese gitmeden keşfettim.

-yolda her gün soğuk abiii çok soğukk anne çok soğukk aaaa soğuk diye bağıran insanlar gördüm, görüyorum.

-karlar hala erimedi, her yer buz.buz.buz.

-eldiven takmanın dahi bir anlamı yok.

-sabahları duş alan bir insandan, akşamları ısınmak için duşa koşanbir insana dönüştüm.

-yıllık iznimin bir kısmını afyona kaplıcalara giderek kullanmayı düşünüyorum.

-sıcakta pişen yumurta gibi, soğukta bir kaç saniyede donan su videoları çekip haber merkezlerine göndermek istiyorum.

üşüyoruz.

merve ankara'dan, - derecelerden yukarı çıkamayan bir havadan bildirdi.

19 Ocak 2012 Perşembe

uzun ve yorucu bir kışın ardından yine buradayız bir yaz akşamı.

Üniversitedeydim heralde. Yerde cd satılan günlerdi, tezgahta yoktu bildiğin yer. (Yaşlı efekti)



Güzel bir gündü, bir bahar ayıydı, sanırım vizelerim bitmişti, o zaman benim için hayatta ki en büyük zorluk hukuk okumak, ikincisi okulu 4 yılda bitirmekti. Tunus'dan yukarı doğru çıkarken, ki o zaman oralarda flat , laterna falan yoktu ve hatta ara sıra gittiğimiz bir mekan vardı bunlardan birinin yerinde, şimdi adını hatırlayamadığım. Orada, kaldırımın üstünde bir cd gördüm, aldım. Eve geldim. İçinden milyarlarca sezen aksu şarkısı çıktı. Hiç duymadıklarım bile. Ve ben sevinçten öldüğümü dün gibi hatırlarım, ama o cd de sezen aksu dışında bir de bulutsuzluk özleminin ultra başarılı konser kayıtları çıkmıştı. Şarkıya şöyle başlarlardı, uzun ve yorucu bir kışın ardından yine buradayız bir yaz akşamı. Ve bu benim hep çıkış cümlemdi sınav zamanı, bana çim kokusunu hatırlatan.Tam da videodaki gibi ve bu birden Bahar'ın ve benim depresyon şarkımız olmuştu tabii ki ne olursa olsun yaşamaya mecbursunla birlikte. Ve o zamanlar da bizim evimizde harika bir müzik sistemi vardı. bugün bu şarkıyı dinleyince düşündüm de insanların kaçacak bir yeri olmalı bir şeyi olmalı. kardeşimi özledim.

17 Ocak 2012 Salı

dostlar makyajlı görsün.




Alle'nin şu yazısından esinlenip de post yapmasam olmazdı, zaten düğünde günlük hayatta makyaj yapmadığına, annesinin hiç makyaj malzemesi olmadığına ve fondöten kullanmadığına yönelik beyanlarının altına imzamı atmam gerekiyordu.Derken herkesin meraktan öldüğü makyaj çantamın içini döktüm buyrun buradan okuyun.


Göz altı kapatıcısı.


Fotoğrafda net değil diye düşünmeyin, az makyaj yapan bir insanın, bir ürünü tüketmesi de zor. Öyle olunca da üzerinde yazılar silikleşiyor. Okuyamadığınız markaya gelince kendisi Estee Lauder. Bence göz altı kapatıcı makyaj yapıyorsanız gerekli. Ki benim mor ya da belirgin göz altlarım yok, hatta göz kapaklarımın üzerine de sürüyorum ve göz kalemim akmıyor, kokmuyor. Kendisinden memnunum hem de çok memnunum. İki numarasını kullanıyorum. Yıllardır aynı markanın göz altı kapatıcısını alıyorum. Bundan önce fırçayla sürülen bir çeşidi varken, o bir süreliğine piyasadan kaybolunca buna geçtim. Ne kuru ne yağlı, tam bana göre, fiyatı 70,00.-TL civarı.


Rimel.


Söylemesi ayıp, kirpiklerim fena değildir. Ne sürsem olur. Bu bağlamda geçenlerde ucuz bir rimel de aldım. Fena da değildi, ama hassas gözlerime batınca kendisiyle vedalaştık. Yine de rimelle ilgili hala her bittiğinde yeni bir marka, yeni bir fırça deneyebilirim. Çünkü aradığım kirpiklerimi uzatmasından, güzel göstermesinden ziyade, sert değil akışkan olması. Şimdilik mac'in dramatik gözler denince akla gelen plush black'ini kullanıyorum. Zamanında guerlain'in bir rimelinden çok memnun kalmıştım ama rimele 50,00.-TL'den fazla vermekten hoşlanmıyorum. Vee rimelimin fiyatı da tam 48,00.-TL.


Göz Kalemi.


Göz makyajı yapmayı eskiden sadece rimel sürmek zannediyordum. Çünkü benim de çok makyaj yapan bir annem yok, bir de el becerim zayıf, yani ben harika eye liner çekip, gölgelendirme falan yapamam. Ama 2007 yılı civarlarında, mac furyasıyla, kendime koyu kahve bir göz kalemi aldım. Yanında bir de birazdan bahsedeceğim fırçadan. Bana göz kalemini nasıl süreceğimi anlatan çocuğun, ister içine, ister dışına sür nereye istersen sür ama bu gözlere bir şeyler sür telkinleriyle arada kendimi pandaya da çevirsem makyaj yapmaya başladım. Düzgün çekemediğim çizgileri fırçalarla dağıttım vs. vs.


Bu aralar koyu kayhveyle vedalaştım kendime yine mac'den üzerinde tarnish yazan koyu bir yeşil aldım. Şimdilik memnunum ama yine mac'den almış olduğum grey utility ile arasında çok da bir fark yok. Bir ara bir de lacivert denemek istiyorum. Mac göz kalemlerimden memnunum çünkü alerjik gözlerim var ve rahatsız etmiyor. Fiyatları emin olmamakla birlikte 35 TL civarında.


Fırçalar


Fırçalardan kalın olanını uzun süredir kullanıyorum, kendisine zamanında iyi bir para ödemiş de olsam, neredeyse 5 yıldır benimle ve göz makyajı yaparken cidden işe yarıyor, ayrıca yıkanıyor ve yıkanınca barbie saçı gibi keçeleşmiyor.




Fırçalardan ince olanını geçen hafta aldım, çünkü yine geçen hafta göz kalemi alırken , bana bu fırça yardımıyla öyle bir kalem sürdüler ki, kendimi tanıyamadım. Hoş fırçayı beni kandırmak için kullanmadılar, hatta makyajı yapan kız bunu evdeki fırçamla da yapabileceğimi söyledi ama ben bir kere kendisine aşık olmuştum, hem de diğer fırçalara göre çok da pahalı değildi.


Halen o günkü gibi kuyruklu bir göz makyajı yapmakta kullanamasam da fırçayı, kalemin üzerine gezdirip, göz altına kalem sürmek için kullandım. Yine farları uygulamak için de işe yarayabilir ama benim hiç farım yok.


Kirpik Kıvırıcısı


Evet belki makyaj yapan bir annem yok ama makyajla haşır neşir bir Teyzem var, gülerek yanaklarına allık süren, kirpik kıvırıcısını korkusuzca kullanan, çeşit çeşit ruju olan... Ve ben de küçükken çok korktuğum kirpik kıvırıcısıyla erken yaşta tanıştım. Kendisini çok severim. Cidden işe yarar, ama arabada kullanırken bir kaç kere başıma kötü şeyler gelmedi değil. Onunla ne kadar özdeşleştiğimi şuradaki yazımdan da okuyabilirsiniz.Genelde 2 liraya oradan buradan alırım ama sonuncusunu Kürşad muji'den almış, oldukça başarılı ve yedek lastiği dahi var:)

Allık


Allık ise yine macten. Genelde bronz sevdalısı olmama rağmen bu aralar biraz şeftali tonlarına kaydım. Kendisinin adı peachtwist. Fena sayılmaz ama biraz simli.





Ruj


Kendilerini genelde kaybediyorum ya da hediye ediyorum. Genelde dudak renklerinde sürüyorum. Şu an çantamın içinde olansa sadece nivea vişneli.





Pudra


Teyzem Avon sattığından evde muhtelif zamanlarda karşıma bir pudra çıkar, kimisi iyi kimi kötü.ama bundan memnunum. Zaten her gün sürmüyorum, yüzümü kalıp gibi yapmıyor, adı da ideal shade fair.


Yani gördüğünüz gibi makyaja çok para harcamıyor çoğunu da market alışverişi yapar gibi mac'den alıyorum.


Öpüyorum.